Esra Güller

esragullerx@gmail.com

Yedi Ölümcül Günah Kısım 1.0: Kibir

Kutsal kitaplarda en büyük günah; kibirdir. Tanrı’nın Şeytanı cennetten kovmasına neden olan bu günah, insanları diğer günahlara sürükleyen neden olarak bilinir. Bu serimizde, yedi günahı temsil eden fantastik kısa öyküleri sizinle paylaşacağım.

3708

Tanrı’nın 7 büyük günahı kutsal kitaplarda şöyle geçer; kibir, şehvet, haset, oburluk, açgözlülük, tembellik ve öfke. Bu 7 günah, insanı büyük bir yıkıma sürükler.

1961’in Aralık ayında İstanbul’un unutulmuş ücra semtlerinden birisinde Dünya’ya geldi Işık. İsmini kimin koyduğunu kimse ona söylemedi. Esrarkeşlerin sıkça uğradığı bir depoda soğuktan kızarmış bedeni İstanbul Emniyeti tarafından bulundu. Küçük bedenini ısıtmak için mücadele eden ekiplerin çabasıyla hayatta kalmayı başardı. Emekliliğine günler kalan Seyit Getiren, onun hikayesine o kadar acıdı ki Dünya’nın kötülüğüne karşı ona son bir iyilik yapmak istedi. Emniyette küf kokulu battaniyenin sarmış olduğu bedeni kendi ufak, sobalı evine götürdü. Çocuklarıyla uzun süredir görüşmüyordu ve torun sevme arzusu Seyit ve karısı Leyla’nın burnunda tütüyordu. Güzel bir erkek çocuğuydu Işık. İsminin anlamını taşırcasına parlaktı yüzü. Işık büyüdü, onunla beraber Leyla ve Seyit’te büyüdü.

Zaman geçti, iki yaşlı aile tarafından büyütülen Işık, isminin anlamını taşırcasına yaşamıştı 18 yaşına kadar. Yüzünün güzelliğine gelen övgüler, okulda aldığı ders notları… Seyit Komiserin isminin ağırlığından doğan muhteşem bir özgüven.

Ancak, her güzel şey gibi bunun da bir sonu vardı. Seyit, darbenin kurbanlarından birisi olmuş, kayıtlarda ismi geçmeyen birisi tarafından ara sokaklardan birinde vurulmuştu. O gece, karanlıkta parlayan tek şey, mahallenin delisinin söylediğine göre omuzlarında yıldızlar taşıyan bir adamdı. Ancak Zahir’e kimse inanmadı. Hoş, 12 Eylül’den sonra birçok kişi can vermemiş miydi zaten? Seyit’in ölümünün ardından Leyla, geçirdiği kalp krizinin ardından hayatını kaybetti ve Işık, bir başına kaldı.

Şeytan kulağına ilk o zaman fısıldadı. Ona “en iyisi” olma fırsatını sundu. Karşılığını çok yakında alacağını söylese de Işık umursamadı. Şeytanın kendisine miras bıraktığı kibir, çoktan gözlerini almıştı bile. “Bu günahın bir cezası olacak.” dedi şeytan. Onu duymadı… Ellerine öylece bırakılan günahı daha iyisi olma umuduyla sıkı sıkıya tuttu.

Seyit Komiser’in muhteşem oğluydu o! Ondan iyisi olamazken, bu küçük küf kokan evde büyüyemezdi. Daha iyisine layıktı. Üstelik, bir ismi de vardı… Babasının getirdiği muhteşem şöhret, yakışıklı yüzü, keskin zekası… Onu kimse durduramazdı! Girdiği sınavları başarıyla tamamladıktan sonra babasının izinden gidip, kısa sürede karakolda kendine bir iş bulmuştu. Yaşının küçük olmasına rağmen başardığı işlerle, başarının adımlarını birer birer tırmandı ve her adım attığında kulağına her zaman daha güzel iltifatlar fısıldandı. Bu iltifatlar zamanla Işık’ın omuzlarını daha çok kabarttı. Hırsının yanında her zaman daha iyisi olduğuna inandı. İlerleyen zamanlarda ise, diğer insanlardan çok daha iyi olduğunu kabul etmeye başladı…

Şeytanın kulağına fısıldadığı şeydi bu. Kibri, Işık’a bir karanlık gibi aşıladı. İçindeki ışığı yok edene kadar, onu karanlığa mahkum edene kadar ona kendi düşüncelerini söyledi. Işık ona uydu ve yavaşça değişmeye başladı. Yavaş yavaş yok olduğunun farkında olmadı. Bir insanı farkında olmadan yok eden şey bu değil miydi zaten? Kendi kibrinden başka ne bir insanın zehri olabilirdi? Ancak Işık, bunun farkında değildi.

“Ben daha iyiyim” dedi Işık. Arkadaşlarının yaptığı şeylerle, gurur duymak yerine “Ben daha iyisini yaparım!” dedi. “Ben hepinizden iyiyim!”

Ancak, herkesin bildiği bir söz vardı. “Kibir ve inat, bir kişinin kendisini önce mükemmel görmesini sağlar. Sonra da sonunu getirir.”

Işık, sonunun geldiğinin farkına varmadı. Çünkü, ışık gözlerini kör etmişti. Kendi ışığı…

Yavaşça dostları azaldı. Başta “Kimseye ihtiyacım yok.” diye düşündü en başında. Sadece kendisi yeterdi sonuçta… Ama öyle olmadığını öğrendi. Bunun farkına varmak için çok geç olsa bile toz konduramadığı kişilik, gerçeği görmesine izin vermedi. Küçük gördüğü insanlar onun açığını aramaya başladı yavaş yavaş. Babasından gelen ismin önemi yavaşça azaldı.

Daha sonra, yalnız kaldı. Kendisinden başka bir şey bulamadı. Çıktığı görevlerde kimseye soru soramadı çünkü kendisine doğru cevabı verecek kişi olmadı. Babasının kendisine küçükken anlattığı “Kavak ve kabak ağacı” hikayesini bilseydi belki, hatırlamaya tenezzül etseydi… Her şey farklı olurdu.

Yavaşça hata yapmaya başladı. Onu temiz bir dille uyaran herkesi def ettiği için kimse onu uyarmadı. Koşarak çıktığı o başarı merdivenleri sonu oldu. Yanında kimse yoktu bu sefer. “Daha iyisiyim” çığlıklarını attığı her anı hatırladı…

“Belki de…” diye düşündü hayatının son anında. “Belki de hak ettiğim ceza budur… Kendi kibrimin getirdiği yalnızlığa esir olmak…”

(Bir sonraki bölümde görüşmek üzere…)